Türkiye’nin dört bir yanından özellikle de kırsal kesimden Almanya’ya işçi olarak giden insanlar bir süre çalışıp geleceklerini kurabilecek ölçüde sermaye oluşturduktan sonra geri dönmeyi arzuladılar. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Henüz şehir ya da büyükşehir bile görmeden gittikleri Almanya’da bambaşka bir dil, bambaşka bir kültür kısaca öteki dünya ile karşılaştılar. Tamamen yabancı bir toplum içinde hayatta kalmaya çalışarak pek çok sorunla baş etmek zorunda kaldılar. Zaman zaman en ağır koşullarda, en pis işlerde bile çalıştılar, en kötü yerlerde gelip geçicilik düşüncesiyle konakladılar. Bir tek şeyden vazgeçmediler: Umut. Umut vatan demekti, aile demekti, eş ve çocuklardı, memleket demekti.
Misafirlik uzadıkça uzadı, önce eşler sonra çocuklar geldi yanlarına. Derken zaman çok hızlı aktı. Bir de baktılar ki; konaklık gitmiş, gurbetçilik bitmiş Alamanya vatan olmuştu onlara; yeni vatan. “Ben gurbette değil, gurbet benim içimde”(K. Kamu) türküsü dillerinde, türlü yazınsal biçimlerle kendilerini ifade etmeye başladılar, özleyerek, söyleyerek ve de yazarak. İlk yazanlar birinci kuşak şair ve yazarlardı… Pek kimse ciddiye bile almadı, oysa onlar bu edebiyatın tarihini yazıyorlardı. Sonra kadınlar ve çocuklar. Çocuklar gelecek demekti… Her şey onlar içindi. Ama çocuklar iki arada bir yerde hissettiler kendilerini. Türk ve Alman, her iki yere ait, her iki dünya ama aynı zamanda hiçbir şey. Kimliklerini aradılar yıllarca. Her iki dilde de yazdılar, söylediler. Bu edebiyatın ikinci kuşağıydı onlar.
İkibinli yıllarla birlikte orada doğup büyüyen, kendini Almanyalı ve Avrupalı Türk olarak tanımlayan anadili Türkçe ve Almanca olan genç kuşak yetişti. Bu yeni kuşağın kimlik ya da vatan ikilemleri ya da çelişkileri de yoktu. Birinci kuşak gurbetçi dede ve ninelerinin torunlarıydılar. Farklı sorunları vardı, yabancılar politikası, yabancı düşmanlığı, entegrasyon süreci, azınlık sorunları gibi. Ama Almanya’daki en büyük azınlık haline gelmişti. Çok başarılı olanları vardı. Birinci kuşak büyüklerinin girişimci özelliklerini genişleterek girişken, kendi işinin patronu, yazar, çizer, yönetmen, yönetici ve bilim insanlarıydılar. Kültür, sanat, spor ve bilim, vb. alanlarda büyük başarılara imza atmaya başladılar. Onlar artık gurbeti yaşamıyorlardı, zira kendi yeni vatanlarında kendi dillerince yazıp, çizip, söylüyorlardı. Onlar artık üçüncü kuşaktılar. Biraz yabancılaşmayla birlikte Türkiye onlar için ebeveynlerinin, aile büyüklerinin memleketi oluyordu artık. Altmışüçüncü yılını kutladığımız, Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier’in bizzat gelerek göçün ve Avrupalı, Almancı gurbetçiliğin başladığı durak olan ve bugün simgeleşen Sirkeci Garını ziyaret ettiği göç yolunun hikâyesi göç sonrası yolculuklara doğru uzanmaktadır. Gurbetin edebiyatı da bu üç kuşak boyunca küçük adımlarla başlamış, büyümüş ve giderek de büyümektedir. Bugün için bu kitapta anılan ikiyüze yakın sanatçısıyla Avrupa’daki Türk varlığının tercümanı olmaya devam etmektedir Gurbetin Edebiyatı.