Descartes’ın modern düşüncede açtığı gedikten dolayı, bundan böyle ruh ve beden kesin olarak birbirinden ayrılmıştı. Dolayısıyla ruh, dolaşım dışı kalan bir sürgündeydi adeta. Bunun bireysel bir yansıması olarak, ‘ben’ de, kendine tutukluydu. Çünkü o, ‘düşünüyorum öyleyse varım’ derken kalın duvarlarla örülü ben’ini izole etmişti. Zira Descartes, düşünmek için herhangi bir uyarıcı ve diyalog olmadan da insanın düşündüğünü; belki de sadece düşündüğünü söylemişti. Kısacası insan, duyu dünyasından yalıtılmış olarak düşünecektir. Ancak garip bir şekilde, sistem daha çok duyusal ve deneyimsel olan lehine isleyecekti. Bilinç dışını, bedenin deneyimleri olarak görürsek, bu deneyimleri isleyen ruh olacaktır veya filtreler de düşünceler olmak durumundadır. Descartes dünyasından bakıldığında, önce bilinç dışı paranteze alınacaktır. Dinsel olanın yarı yarıya kültürel ve tarihsel olduğunu kabul edersek; dolayısıyla peygamberlik, dinsel miras ve dini metinler zaten rafa kalkacaktır. Bu nedenle Descartes, onca Hıristiyan eğitimi bir yana, sadece ontolojik kanıta pirim vermesi, bu iptal edilen detaylardan kaynaklanır. Sadece düşünerek var olduğunu beyan eden Descartes, bu meditasyonu biraz daha sürdürürsek, Tanrı fikrine ulaşılacağını söylemiştir.